Bastonundan güç alarak eğildi,
nasırlı elleri ile yolun kenarından bir tutam sarı, sapsarı kuru ot kopardı.
Avucunu açmadan Tahsin Öğretmen´e doğru uzatarak ota bakıyordu. Â´Â´İşte...´´
dedi sustu. Derin bir nefes aldı, Â´Â´İşte biz tam da bu kuru ot gibi olduk.
Elimi açsam avucumun içerisinden rüzgar her parçasını bir dağa alıp
götürecek.´´
Anası öldüğünde on iki yaşına gireli bir kaç
ay olmuştu. Önce Hüseyin görmüştü urganın ucunda sallanan anasının bedenini.
Gördükleri karşısında nutku durmuştu. Hiçbir şey düşünemiyor, hareket
edemiyordu. Kıpırtısız öyle donuk bakışları ile anasının sallanan bedenine
bakıyordu. Bir süre sonra dizlerinin bağı çözülmüşçesine yığılmıştı o küçük
sıska bacakları ile olduğu yere.
Şimdi
ne denizin mavisini, ne esen rüzgarını, ne uçsuz bucaksız yeşilini, ne burcu
burcu kokan nergislerini, sümbüllerini, akzambaklarının kokusunu duyacak, ne
uçan martının kanat çırpınışını seyredebilecekti. Yağmur yağınca çam
ormanlarından efsuni kokusunu içine çekemeyecekti. Civil civil öten İskeçelerin,
sarı kanatlı beyaz boyunlu sakaların, serçelerin, sabah erkenden öten haberci
kuşlarının sesini duyamayacak, üstüne üstlük anne ve babasının mezarlarını
belki bir daha göremeyecekti.