Şeyhmus DUYMUŞ

OTUZDÖRDÜNCÜ İSTASYON

Pazartesiydi. Kar yoktu, ama Sarıkamış ın ayazı buradaydı, İstanbul da. Basınköy camisi görünüyor birkaç yüz metre öteden… Etrafı iğde kokulu ağaçlar ile bezenmiş, yan tarafında, kulübesinde helâyı bekleyen mavi kravatlı, sarı çizmeli ve tükenmez kalemli cemal amca… Caminin aşağısında küçük çekmece gölü: Gölün sahilinde çocuklar, sevgililer, etrafında balık kokan lokantalar ve sirkeciye gidecek treni bekleyen yolcular… Saat on dokuz kırk beş, akşam namazını kılmak için az önce attığım on dokuz otuz devriyesinden sonra camideydim, hocayı beklemeden namazımı kıldım tam görev yerime dönecektim ki… O da ne! Gene aynı ayakkabı ve aynı araba. Arabayı anladık da ya ayakkabı! Çöpe atsanız yeridir! Bu ayakkabının sahibini tanıyorum, görevlisi olduğum sitede oturuyor. Geçenlerde ikinci son model arabayı çekti altına!.. Kaçarı yok bu sefer soracağım. Ulan diyeceğim bu arabaya bu ayakkabı yakışır mı? Neyse ki cemaat birer ikişer dağıldı. Kendi kendime, nerde bu adam diye söylenerek bir o yana bir bu yana giderken hoca seslendi… Hayırdır oğlum ne bekliyorsun?  Bu ayakkabının sahibini,  dedim.  Sahibini bilmem, ama ayakkabı hep orda duruyor evlat!  dedi.